Ahmet ERTAY
E. Büyükelçi
Ağustos 2002’de, bir basın toplantısı düzenleyen Halkın Mücahitleri isimli rejim muhalifi grubun, İran’ın Natanz ve Arak’da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) denetiminden kaçırarak nükleer faaliyetlerde bulunduğunu açıklamasıyla, “İran’ın nükleer programı” konusu uluslararası gündeme ağırlıklı ve tartışmalı bir madde olarak girdi. ABD ve İsrail başta, batılı ülkeler, vakit geçirmeden, İran’ın nükleer silah peşinde koştuğunu iddia ettiler. Aradan geçen zamanda gösterilen çabalar, konunun, tarafların onaylayacağı bir çözüme kavuşturulmasını henüz sağlayamadı.
Çok karmaşık bir sorun
İran’ın nükleer programı konusu yalnızca batılı kaynaklardan izlenince tablonun tümünü görmek mümkün olmuyor. Bu kaynaklara bakılırsa, İran, nükleer silah sahibi olmak için uluslararası antlaşmalara göre meşru olmayan nükleer faaliyetler sürdürüyor ve dolayısıyla bu faaliyetlerin engellenmesi gerekiyor. Oysa konu, teknik, hukuki ve siyasal boyutlarıyla, bu söylenenden çok daha karmaşıktır.
Baştan şu hususun altını çizelim:
İran’ın nükleer silah peşinde olduğu yolundaki kuşkular haklı kuşkulardır. İran, fosil yakıtları rezervlerini koruyarak gelecek nesillere aktarabilmek için başka enerji kaynakları geliştirmek istediğini, bu nedenle, nükleer enerjiye yöneldiğini savunuyor. Nükleer çalışmalarını açıklamak için öne sürdüğü bu gerekçenin inandırıcılığı fazla değildir. Zira, zenginleştirilmekte olduğu uranyumu kullanabileceği enerji santralleri yoktur. Bushehr’de Rusların kurduğu yegâne santralinin yakıtını Ruslar veriyor. Başka bir santralin inşaatına şimdi başlasa, en az on yıl sürer. Zaten yardım almadan da yapamaz. Mevcut konjonktürde o yardımı kim verebilir?
Bununla beraber, İran’ın nükleer programına karşı çıkan ülkeler tarafından gözden kaçırılmak istenen önemli husus, İran’ın halen açıkta ve UAEA’nın denetiminde yürüttüğü deklare edilmiş nükleer faaliyetlerin tümünün İran’ın da tarafı olduğu Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na (NSYÖA/NPT) göre meşru olduğudur.
NPT’ye göre durum
1970 yılında yürürlüğe girmiş olan NPT, üç ayak üzerinde dengelenmiştir.
1) nükleer silahların yayılmasının önlenmesi;
2) barışçıl nükleer teknolojiye sınırsız erişim hakkı;
3) nükleer silah sahibi ülkelerin bu silahlardan arınmaları.
NPT’nin nükleer silah sahibi olmayan tarafları, silah teknolojilerini edinmeme; nükleer silah sahibi tarafları da ilgili teknolojileri buna sahip olmayan ülkelere transfer etmeme yükümlülüğü altındadırlar. (Antlaşma, ABD, Birleşik Krallık, SSCB/Rusya, Fransa ve Çin’i “nükleer silah sahibi devletler” olarak tanımaktadır.)
NPT’ye göre, silah üretmemek ve faaliyetlerini UAEA’nın denetimi altında sürdürmek kaydıyla, AR-GE dahil, barışçıl nükleer teknolojilere erişim bütün taraflar için mahrum kılınamayacakları (inalienable) bir haktır. Antlaşma, barışçıl teknolojilere sahip ülkeleri bu yeteneklerini başka ülkelerle paylaşmak konusunda da cesaretlendirmektedir.
Meşru barışçıl çalışmalar nükleer silah yolunu da açıyor
Ancak, bu konuda karşılaşılan bir açmaz vardır. O açmaz şudur: Enerji amaçlı nükleer yakıt üretimine giden yol ile silah yapımına giden yol büyük ölçüde örtüşmektedir. Yani, nükleer yakıt üretimi yeteneklerini geliştiren bir ülke, silaha ulaşma yolunun en zor bölümü de geçmiş olmaktadır.
Bu noktada bir parantez açarak, kısaca teknik bilgi vermekte yarar vardır.
Nükleer santraller için yakıt üretimi beş aşamalı bir işlemdir. Buna “nükleer yakıt çevrimi (nuclear fuel cycle)” deniyor.
1) Uranyum madeninin çıkarılması (mining);
2) Madenin öğütülerek “sarı pasta” haline getirilmesi (milling);
3) “Sarı pasta”nın uranyum hexaflouride (UF6) gazı haline dönüştürülmesi (conversion);
4) UF6 gazının sesten hızlı dönen binlerce santrifüje yedirilerek, içindeki U 235 izotopunun ortaya çıkarılması (zenginleştirme/enrichment);
5) Zenginleştirilmiş uranyumun, santrallerde kullanılacak yakıt çubuklarına yerleştirilmesi (yakıt fabrikasyonu/fuel fabrication).
Enerji santrallerinde kullanılacak uranyumun en çok yüzde 5 oranında zenginleştirilmesi yeterli olmakta; araştırma reaktörleri ise, yüzde 20’ye kadar zenginleştirilmiş uranyuma ihtiyaç duymaktadır. Yüzde 20’ye kadar zenginleştirilmiş uranyuma “düşük zenginleştirilmiş uranyum (LEU)” deniyor. Bunun üzerindeki bir oranda zenginleştirme “yüksek zenginleştirilmiş uranyum (HEU)” olarak adlandırılıyor.
Uranyumun nükleer silahta kullanılabilmesi için yüksek oranda zenginleştirilmesi (yüzde 90 oranı civarında) zenginleştirilmesi gerekiyor. Düşük oranda zenginleştirilme teknolojisine hakim olan ülkeler, santrifüj kümelerinde yapacakları değişikliklerle zenginleştirmeye devam ve yüksek oranlara erişme imkânına sahip oluyorlar.
LEU’nun üst limiti olan yüzde 20 oranında zenginleştirme de esasen kaygı konusu oluyor. Zira, bunun başarılabilmiş olması, daha yüksek oranlara daha hızlı ve kolay varılmasına imkan sağlıyor.
Yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyumun nükleer başlığa yüklenmesi ise ayrı bir yetenek gerektiriyor. Buna silaha uyarlama (weaponization)” deniyor.
Nükleer yakıt üretmenin ve nükleer silaha erişimin başka yolları da vardır. Ancak, halen İran bakımından söz konusu olmadığından, bu yazıda o yollara değinilemeyecektir.
İran, nükleer çalışmalarını yukarıda sayılan aşamalarda ilerletmiştir ve yüzde 20 oranına kadar zenginleştirmeyi de başarmış durumdadır. Aşağıda değinileceği gibi, İran’ın halen nükleer silah çalışmaları yaptığına ilişkin somut bulgular yoktur. Ancak, 2003 öncesinde nükleer silah teknolojileri üzerinde de çalışmalar yaptığına ilişkin kuşkular UAEA raporlarına yansımıştır.
Kaygıların dayanağı nedir?
İran’ın halen açıkta sürdürdüğü nükleer çalışmalar NPT’ne uygun olduğuna göre, ABD ve İsrail başta, programdan kaygı duyan ülkelerin kaygılarının dayanağı nedir? Bu kaygıların sebeplerini şöyle özetlemek mümkündür:
En önemli savları, İran’ın, uluslararası nükleer kaçakçılık şebekelerinden de yararlanarak geliştirdiği programını 2003 yılına kadar, neredeyse yirmi yıl, UAEA’dan gizlemiş olmasıdır. Bu gizlemenin, İran’ın şimdiki amaçları hakkında da ciddi kuşku uyandırdığını ve halen gayrı meşru çalışmalar yapmadığı konusunda ikna olamadıklarını söylüyorlar. Hal böyle olunca, bu kuşkular tamamen giderilene kadar programın askıya alınmasını istiyorlar.
Yukarıda ifade edildiği gibi, nükleer yakıt üretimi yeteneklerinin geliştirilmesi halinde, silaha ulaşma yolunun en zor bölümü de geçilmiş oluyor. İran’ın bu yeteneğini geliştirip “eşikte” duracağından ve tercih ettiği zamanda siyasi kararı alarak, uluslararası toplumun müdahalesi için yeterli vakit bırakmadan, nükleer silaha hızla erişebileceğinden kaygılanılıyor (eşik ülkesi). Buna kaçış kapasitesi (break-out capacity) deniyor. İran’dan farklı bir teknoloji yolu izlemiş olsa da, Kuzey Kore böyle davranmıştır. “Eşiğe” geldiğinde NPT’den çekilmiş ve hızla nükleer silah denemesi yapmıştır.
İran bir yandan da uzun menzilli füze yeteneklerini geliştiriyor. Bunu, herhalde, konvansiyonel başlıkları fırlatmak için yapmıyor.
Bölgesel gelişmeler İran’ın gücünü esasen arttırmıştır. Nükleer silah sahibi olacak veya eşiğine gelecek İran’ın bölgedeki nüfuzu daha da genişleyecek ve ilişkilerinde daha baskıcı olacaktır. Şii kartını, bu azınlığı barındıran ülkelerde (özellikle Körfez) daha etkili kullanacaktır. İsrail için varoluşsal tehdit oluşturacak, İsrail’e karşı duran İran’ın bölgedeki devlet dışı müttefiklerinin cesaretleri artacaktır.
Bu durum, İran’ın faaliyetlerinden çıkarlarına doğrudan tehdit algılayan Mısır ve Suudi Arabistan’ın da nükleer silaha yönelmeleri sonucunu ortaya çıkarabilir ve bölgede yeni bir silahlanma yarışı başlar. (İlginçtir, aralarında Obama’nın da bulunduğu bazı batılı devlet adamları ve basın, böyle bir durumda nükleer silah peşinde koşacak bölge ülkeleri arasında Türkiye’yi da saymışlardır. Bu iddia, ayrıca ele alınması gereken bir konudur).
NPT’nin tanıdığı hakkın kullanılmasının fiilen engellemesi çalışmaları
NPT’nin barışçıl nükleer çalışmalara, UAEA denetimi altında olmak koşulu dışında bir sınır koymadığı yukarıda ifade edilmişti.
Barışçıl nükleer çalışmalar yaparak silaha ulaşılabileceği İran örneği ile çarpıcı biçimde ortaya çıkınca, nükleer yakıt üretim hakkının, bu “hassas teknolojiye” halen sahip olmayan ülkeler bakımından fiilen ortadan kaldırılması gayretlerine hız verilmiştir. ABD’nin başını çektiği bazı ülkelerin çeşitli uluslararası forumlarda ilerletmeye gayret ettikleri fikre göre, teknoloji sahibi olmayan ülkelere istedikleri zaman ve istedikleri miktarda nükleer yakıtı, tesis edilecek uluslararası mekanizmalar çerçevesinde ve piyasa koşullarından sağlama güvencesi verilecek, bunun karşılığında, o ülkeler de, NPT’de yer alan barışçıl nükleer teknolojilere erişim hakkından tümüyle vazgeçeceklerdir. Böylece, nükleer yakıt üretimi, halen bu teknolojilere sahip 10 kadar ülkenin tekeline fiilen bırakılmış olacaktır
Gelişmekte olan ülkeler, stratejik bir madde olan nükleer yakıtın tedariki için verileceği söylenen “güvenceleri” inandırıcı bulmadıklarından, ihtiyaçları halinde kendilerini dışa bağımlı kılacak önerilere kesinlikle karşı çıkmakta ve NPT’den kaynaklanan haklarından peşinen vazgeçmeye razı olmamaktadırlar.
Dolayısıyla, İran dosyası bu ülkeler tarafından bir “turnusol kâğıdı” olarak görülmektedir. İran’ın nükleer haklarının önce “askıya alma” yoluyla, daha sonra da tümüyle elinden alınmasının veya çalışmalarının çok kısıtlanmasının uluslararası norm haline getirilerek kendilerini de kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmasından endişe etmektedirler.
Bu endişe, haklı bir endişedir. Aşağıda değinileceği gibi, Türkiye’nin de görüşü gelişmekte olan ülkeler yönündedir.
UAEA denetimi koşulu
Yukarıda, NPT’nin barışçıl nükleer çalışmalara “UAEA denetimi altında sürdürmek kaydıyla” izin verdiğine değinilmişti. Bu konuyu biraz açmakta yarar vardır.
NPT, Antlaşmaya taraf ülkelere, UAEA ile bir Güvence Denetimleri Anlaşması (Safeguards Agreement) yaparak, nükleer tesis ve malzemelerini Ajans’ın denetimine açmaları yükümlülüğünü getirmiştir.
Ancak, zaman içinde, bu anlaşmalar ile verilen denetleme yetkisinin gizli yapılabilecek nükleer çalışmaları saptamaya yetmediği belirlenince, Ajans Yönetim Kurulu, 1992 yılında aldığı bir kararla, güvence denetimleri anlaşmasına bir “Ek Protokol”ü kabul etmiştir. NPT’nın zorunlu kıldığı bir araç olmadığından gönüllülük esasına göre taraflara önerilen Ek Protokol ile, Ajans, bu belgeyi imzalayıp yürürlüğe koyan ülkelerde çok kapsamlı denetleme yetkileri kazanmaktadır. Ajans, genişletilmiş yetkilerini kullanarak denetlediği ülkelerde, “ilan edilenin dışında nükleer faaliyet ve malzeme bulunmadığını” teyit edebilmektedir.
NPT’nin zorunlu kıldığı güvence denetimleri anlaşması İran ile UAEA arasında yürürlüktedir. Ek Protokolü ise, İran, nükleer programı açığa çıkarıldıktan sonra, 2003 yılında imzalamış ancak onaylamamıştır. Buna rağmen, 2003-2006 arasında iki buçuk yıl gönüllü olarak yürürlüğe koymuştur. Bu süre içinde, Ajans, İran’da çok yoğun ve müdahaleci denetimler sürdürmüş, ancak, nükleer çalışmaların meşru olmayan alanlara kaydığına ilişkin bulgulara ulaşamamıştır.
Dosyanın BM Güvenlik Konseyi’ne havalesi
UAEA Yönetim Kurulu, 2006 yılında çoğunlukla aldığı bir kararla, İran’ın NPT’den kaynaklanan yükümlülüklerine uymadığı (non-compliance) saptamasıyla, dosyayı BM Güvenlik Konseyine (BMGK) gönderdi. İran, bu kararı, Ajans’ın statüsünün ihlal edildiği gerekçesiyle, gayrı meşru ilan etti. 2003’den sonra Avrupa Birliği üçlüsü (EU3 – Almanya, İngiltere, Fransa) ile başlattığı müzakereler sırasında gönüllü olarak askıya aldığı nükleer çalışmalara yeniden başladı. Yine gönüllü olarak uyguladığı Ek Protokolü de yürürlükten kaldırdı ve bir daha uygulamadı.
İran’ın itirazına karşın, dosya, o tarihten sonra BMGK’nin ilgi alanına girmiş oldu. Konsey, aradan geçen zamanda, İran’a karşı bir kısmı yaptırımlar da içeren altı karar kabul etti. Kararlarda, nükleer çalışmaların barışçıl amaçlarla yapıldığına ilişkin güvenin tesisi için, İran’ın bu çalışmaları askıya alması istenmektedir. Ek Protokolü onaylayarak uygulaması da BMGK’nin ve UAEA’nın İran’dan başlıca talepleri arasındadır.
İran, gayri meşru saydığı bu BMGK kararlarını uygulamadı. Kararları meşru sayıp uygulasa ve çalışmalarını askıya alsa, “güvenin tesis edilmesini” engelleyici bahanelerin kolayca bulunacağını ve çalışmalara yeniden başlamasına olanak sağlanmayacağını tahmin etmesi zor değil.
İran’ın nükleer silah çalışmaları da yaptığına dair kuşkular
Ne Ajans’ın ne de herhangi bir ülkenin İran’ın halen nükleer silah çalışması yaptığına ilişkin somut bulguları var. İddia ve kuşkular 2003 öncesine ait. Bu iddialar, “bazı UAEA üyesi ülkeler tarafından” 2005 ve izleyen yıllarda Ajans’a sağlanan ve İran’dan kaçırıldığı söylenen dijital belgelere dayandırılıyor. UAEA raporlarına “iddia olunan çalışmalar (alleged studies)” olarak yansıyan bu muhtemel silah çalışmalarının 2003’den sonra da devam etmiş olduğuna dair “belirtiler” bulunduğu bildiriliyor ve bazılarının halen de “sürdürülüyor olabileceğinden” söz ediliyor. İran, fabrikasyon olduğunu ileri sürdüğü bu dijital belgelerin çoğunun inceleyebilmesi için kendisine verilmediğinden şikâyetçidir. Raporlarından anlaşıldığına göre, bu belgelerin bir kısmı UAEA’na da verilmemiştir. Raporlara yansıyan kuşkular Ajans’a sağlanan bilgilere dayandırılmaktadır.
Yukarıda ifade edildiği gibi, UAEA, İran’ın Ek Protokolü yürürlüğe koyduğu 2003-2006 arasında iki buçuk yıl ülkede çok yoğun denetimler yapmıştı. Dolayısıyla, dijital belgelerde ileri sürülen silah çalışmalarının belirtilerine o sıkı denetimlerde niye rastlamadı sorusu açıkta kalıyor. Zaten İran da, herhangi bir zaman nükleer silah çalışması yaptığını ısrarla reddediyor.
Ancak, şu da var ki, İran, çeşitli bahaneler öne sürerek, UAEA’ın talep ettiği saydamlığı inatla göstermiyor. Belirli tesis ve alanları denetim için açmıyor. Bazı kişileri Ajans’ın sorgulamasına izin vermiyor. İran’ın bu tutumu kuşkuları haklı olarak besliyor.
Uluslararası toplum bölünmüş durumda
Gelişmekte olan ülkelerin, İran’ın nükleer enerji teknolojilerine erişim hakkının elinden alınmasının ileride kendileri için de kötü örnek olmasından kaygı duyduklarına yukarıda değinilmişti. Bu ülkeler, nükleer silahların yaygınlaşmasına karşı olmakla beraber, teknolojiye erişim bahsinde, uluslararası forumlarda İran’a destek çıkmaktadırlar.
Öte yandan, BMGK daimi üyeleri arasında da İran’a karşı uygulanacak politikalar konusunda tam bir görüş birliği yoktur.
İran’dan doğrudan bir tehdit algılaması olmayan Çin, sert yaptırımlara karşıdır. Üstelik, başkalarının boşalttığı İran pazarından giderek daha çok pay almaktadır. İran petrolüne bağımlıdır. İran ile nükleer işbirliği bulunan RF de sert yaptırımlara soğuk durmaktadır. Birçok batılı ülke de, değişen oranlarda, İran ile kârlı ticari ve ekonomik ilişkilerinin zarar görmesinden tedirgindir.
Hal böyle olunca, ABD ve AB, BMGK’dan geçiremedikleri İran’dan petrol ithalatına engellemeler getiren sert yaptırımları, tek taraflı olarak uygulamaya koymuşlardır.
İsrail’in durumu
İsrail NPT’nin tarafı değildir ve dolayısıyla, üyesi olmakla beraber, UAEA’nin denetim rejiminin dışındadır. Uluslararası toplumun NPT’ne katılması için yaptığı ısrarlı çağrılara kulak tıkamaktadır. Pakistan ayrı tutulursa, bölgede NPT’ye taraf olmayan yegâne ülkedir. Resmen kabul etmese de, bu “avantaj”dan yararlanan İsrail’in nükleer silah sahibi olduğu sır değildir.
Bir yanda, Filistin topraklarını işgal altında tutan ve çevresine zaman zaman silahlı müdahalelerde bulunan İsrail’in nükleer silahlarına göz yumulurken, diğer yanda, hiçbir yabancı ülke toprağını işgal etmemiş olan İran’dan sivil nükleer çalışmalardan vazgeçmesinin istenmesini nesnellik ile bağdaştırmak zordur. Ancak, önceki cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın söylediği “İsrail’i haritadan silmek gerekir” gibi sözler İran’a yardımcı olmamaktadır.
İsrail’in hasım devletlerle çevrili olduğu, dolayısıyla, caydırıcı güce ihtiyaç duyduğu savı, bir ölçüde haklı olsa da, ortadaki hukuki dengesizliği izahta yetersiz kalmaktadır.
Türkiye’nin tutumu
Türkiye, “nükleer silahların yayılmasının önlenmesi” bahsinde, batılı müttefikleri ile aynı safta dursa da, “barışçıl nükleer teknolojiye meşru erişim” başlığında müttefiklerinden ayrılarak, gelişmekte olan ülkelerle aynı tarafta konumlanmıştır.
Açıklanmış politikasına göre, Türkiye, nükleer silahların yaygınlaşmasına ve komşusu İran’ın bu silaha sahip olmasına karşıdır. Ancak, İran dosyası bahane edilerek, barışçıl nükleer teknolojiye erişim hakkının ortadan kaldırılmasını veya kısıtlanmasını da istememektedir. Sorunun İran’a silahlı müdahalede bulunulması veya yaptırım uygulanması yoluyla çözümlenemeyeceğini, çözümün müzakereler yoluyla aranmasını savunmaktadır. Orta Doğu’nun bir “nükleer silahlardan arınmış bölge” haline getirilmesi girişimlerini desteklemektedir.
Bu, tutarlı ve Türkiye’nin çıkarlarını kollayan bir politikadır. Ancak, bir yanda, nükleer silaha erişimin engellenmesi, diğer tarafta, barışçıl teknolojiye erişim hakkının kısıtlanmaması şimdilik birbirini dışlayan konulardır. Karşılaşılan bu açmaz, İran ile ilişkilerin zarar görmemesi için gösterilen itina ile birleşince, Türkiye’nin tutum ve açıklamalarında bir dönem istikrarsızlık ortaya çıkarmıştır. Bu istikrarsızlık, özellikle, aynı zaman dilimine rastlayan (2009-10) UAEA Yönetim Kurulu üyeliğimiz ve BMGK üyeliğimiz döneminde belirgin olmuştur.
O dönemde Türkiye;
--- Haziran 2009’da, UAEA Yönetim Kurulunda, Mohamed ElBaradei’den boşalan UAEA genel direktörlüğü için ABD’nin kuvvetle arka çıktığı, İran’ın ise hiç istemediği Japon aday Yukiya Amano’ya destek verdi;
--- Kasım 2009’da ABD ve AB’nin desteklediği ve İran’ın nükleer çalışmaları hakkında “ciddi kaygı” ifade eden bir UAEA Yönetim Kurulu kararına çekimser kaldı;
--- Aynı yıl Eylül ayındaki UAEA Genel Konferansında, bu defa, ABD ve AB’nin karşı çıktığı ve İsrail’i NPT’ye katılmaya ve nükleer tesislerini UAEA’nın denetimine açmaya çağıran bir karar tasarısına lehte oy vermedi. Merkezden talimat alamayan heyetimiz, oylama öncesi salonu terk etmek zorunda kaldı.
--- Altı ay kadar sonra, BMGK’de İran’a yeni ambargolar getiren karar tasarısına aleyhte oy verdi.
Uluslararası forumlarda bir dönem bu istikrarsız tutum sergilenirken, Hükümetimiz yetkilileri, İran’ın nükleer silah peşinde olduğuna inanmadıkları yolunda açıklamalar yaptılar. Ancak, bu yöndeki demeçler de, Suriye sorununda İran ile ayrı saflarda yer almamız üzerine kesildi. İran’ın nükleer programının barışçıl niteliğine kefil olunduğu gibi bir algılamaya yol açan bu söylemlerden vazgeçilmiş olması olumludur. Böylece, taraflara daha açık ve dengeli mesajların verilmesi mümkün hale gelmiş olmalıdır.
Soruna müzakereler yoluyla çözüm bulunması çabaları
İran nükleer konusuna çözüm bulunması yolundaki olasılıklar a) müzakere b) yaptırımlar ve c) silahlı müdahale olarak ortaya çıkmıştır.
Müzakereler şimdiye kadar bir sonuç vermiş değildir. Yaptırımların da İran üzerinde beklendiği kadar ağır etki yaratmadığı anlaşılmaktadır. Silahlı müdahalenin, bölgesel bir felâkete yol açması yanında, İran’ın NPT’den çıkmasına, UAEA denetçileri kovmasına ve bu kez kesin olarak nükleer silah çalışması yapmasına neden olması neredeyse kesindir. Silahlı müdahalenin nükleer çalışmaları durduramayacağı ancak geciktirebileceği de açıktır. Önceki UAEA Genel Direktörü ElBaradei’nin İran nükleer programı bağlamında söylediği “bilgi bombalanamaz” sözü ünlüdür.
Nükleer sorunun ortaya çıkmasından sonra, İran’ın, İsviçre aracılığı ile, ABD’ne çözüm için öneriler ilettiği, ancak, Bush yönetiminin bu öneriler ile ilgilenmediği anlaşıldı. Bu girişimden sonra EU3, Tahran’da ve Paris’de üzerinde uzlaşıya varılan çerçeve içinde, sorunun barışçıl yollardan çözümü için İran ile müzakerelere başladılar. İran müzakereler boyunca zenginleştirme faaliyetlerini gönüllü olarak askıya almayı kabul etti. Bush yönetimi EU3 girişiminden hoşnut kalmasa da, engelleyici bir tutum almadı.
Bu müzakereler sırasında, EU3 İran’a iki çözüm paketi sundular. Bu üç ülke, müzakerelerin başlangıcında İran’ı ciddiye aldıkları gibi bir izlenim vermediler. Nitekim, baştan savma hazırladıkları ve İran’ı tahkir edecek unsurlar da içeren ilk paketi İran derhal reddetti. İran, ikinci paketi de, zenginleştirme hakkını tanımadığı gerekçesiyle geri çevirdi. Müzakerelerin çıkmaza girmesinde Ağustos 2005’de, ılımlı Hatemi’nin yerine, sertlik yanlısı Ahmedinejad’ın seçilmesi de etkili oldu.
EU3-İran müzakereleri tıkanınca, 2006 yılından sonra İran’a bu kez BMGK’nın diğer üç üyesinin de katılımıyla (P5+1 veya EU3+3) yeni öneriler sunuldu. Bazısı BMGK yaptırım kararları ile aynı zamana rast geldiğinden İran’ın tepkisini çeken bu öneriler ile de mesafe alınamadı. İran, zenginleştirme çalışmalarını askıya almasının istendiğini gerekçe göstererek bunları reddetti.
Bunun üzerine, ABD, P5+1 formatı içinde ilk defa İran ile Haziran 2008’de Cenevre’de masaya oturdu. Bu formattaki görüşmeler 2009’da işbaşına gelen Obama yönetimi sırasında da aralıklarla devam etti. Yeni ABD yönetimi İran’a ilişkin söylemleri bir ölçüde yumuşatsa da önceki yönetimin “havuç ve sopa” politikalarında esaslı bir değişiklik yapmadı. Nitekim, yaptırımlar içeren yeni BMGK kararları ile, ABD’nin ve AB’nin tek taraflı yaptırım kararları bu dönemde alındı.
2010 yılında Türkiye ve Brezilya’nın girişimi ile, üç ülke arasında, İran’ın üretip stokladığı yüzde 5 oranında düşük zenginleştirilmiş uranyumun ülke dışına çıkarılarak, bunun yerine, İran’a araştırma reaktöründe ihtiyaç duyduğu yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş uranyum sağlanmasını öngören bir takas anlaşması yapıldı. Ancak, ABD’nin itirazı üzerine bu anlaşma da uygulanamadı.
ABD’nin İran’a karşı “havuç ve sopa” politikası izleyeceğini her vesile ile açıklaması soruna müzakereler yoluyla çözüm bulunması çabalarına yardımcı olmadı. ABD, “sopa” ile kastedilenin ağır yaptırımlar ve hatta silahlı müdahale (“bütün ihtimaller masada” söylemi) olduğunu gizlemedi. “Dediğimi yapmazsan cezalandırırım” şeklinde okunabilecek bu ABD tutumunu İran’ın veya kendisine saygısı olan herhangi bir ülkenin kabul etmesi çok zordu. Nitekim İran etmedi.
Denklemin “havuç” kısmında ABD’nin önerdikleri de İran’ı tatmin etmekten uzak kaldı. ABD Başkanı İran’a “aradaki bütün sorunların diplomasi yoluyla çözümü”, sorunların çözülmesinden sonra “İran İslam Cumhuriyeti’nin uluslararası toplumda hak ettiği yeri alması” gibi öneriler yaptı. Başkan’ın “İslam Cumhuriyeti” ismini ilk kez zikretmesi ABD’nin İran devrimini tanıyarak, rejim değişikliği iddiasından vazgeçebileceği şeklinde yorumlansa da, bu soyut teklifleri İran tatmin edici bulmadı.
P5+1 ile İran arasında 2012 ve 2013 yıllarında İstanbul ve Almati’de yapılan görüşmelerden de sonuç çıkmadı.
ABD’nin, İran’ın zenginleştirmeyi askıya alınması ısrarını yumuşatması, İran’da da Rouhani’nin cumhurbaşkanı seçilmesi nükleer müzakerelere olumlu yansıdı. 24 Kasım 2013’de taraflar Cenevre’de bir Ortak Eylem Planı (OEP) (Joint Plan of Action) üzerinde anlaşmaya vardılar. Taraflarca onaylanarak Ocak 2014’de yürürlüğe giren ve soruna bir yıl içinde kapsamlı bir çözüm bulunmasını amaçlayan OEP çerçevesinde Temmuz’a kadar yapılan ilk altı aylık müzakerelerde sonuca ulaşılamadı. Bunun üzerine müzakereler 24 Kasım 2014’e kadar uzatıldı.
OEP’nın yürürlükte olacağı dönemde, özetle, İran, mevcut kapasitesini kullanarak, yüzde 5’e kadar düşük zenginleştirilmiş uranyum üretimine devam etme hakkını korudu, ancak, yeni tesis yapmamayı, mevcut tesislerini de genişletmemeyi, ürettiği yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş uranyumun ihtiyaç dışı olan bölümünü geri döndürmeyi gönüllü olarak taahhüt etti. P5+1 ise, bu dönemde yeni yaptırımlar getirmemeyi, İran endüstrisinin ve sivil havacılığın ihtiyacı olan bazı malzemenin üzerindeki ambargoyu kaldırmayı kabul etti.
Sonuçta varılacak kapsamlı çözümün ana hatlarına da OEP’de yer verildi. Buna göre, özetle, İran’ın zenginleştirme programını hangi limitler içinde sürdüreceği tarif edilecek, nükleer program ile ilintili tek ve çok taraflı ambargolar kaldırılacak, İran, ek protokolün onaylanması ve uygulanması dahil, belirlenecek saydamlık önlemlerine riayet edecek.
OEP’nı şöyle analiz etmek mümkündür.
1) BMGK’nın 2006’dan beri İran’ın nükleer programı konusunda kabul ettiği altı kararın hepsinde İran’dan, barışçıl olduğuna ilişkin güven sağlanıncaya kadar, zenginleştirme ile ilintili faaliyetlerini “askıya alması” talep ediliyordu. Cenevre anlaşmasına göre, BMGK’nın beş daimi üyesi OEP’nın yürürlükte olduğu dönemde, İran’ın yüzde 5 oranını geçmemek kaydı ile de olsa, uranyum zenginleştirme yapmasına onay verdiler. Böylece, geçici bir süre için de olsa, kendi aldıkları kararın etrafından dolaşmış oldular.
2) Barışçıl amaçlarla kullanılmak şartıyla, uranyum zenginleştirme, NPT’ye göre her devletin hakkıdır. Zenginleştirmenin NPT’nin tanıdığı haklar içinde olmadığı gibi görüşler ortaya atılsa da, P5+1 İran’ın NPT’den kaynaklanan haklarını tanıyor, ancak, güven tesis edilene kadar, pratikte uygulamasına karşı çıkıyorlardı. Cenevre anlaşmasına göre, belirli bir süre için de olsa, pratiğe de onay verdiler.
Cenevre anlaşması, varılacak kapsamlı anlaşmanın genel bir çerçevesini çizerken, İran’ın ilerideki uranyum zenginleştirme çalışmalarının ihtiyaçlara göre karşılıklı anlaşma ile belirleneceğini söylüyor. Yani, İran’ın nükleer tesislerinin tümüyle sökülmesi ve çalışmalarının durdurulması olasılığı zımnen gündemden çıkarılmış oluyor. Anlaşma ile, zenginleştirmenin NPT’den kaynaklanan bir hak olup olmadığına da açıklık getirilmiş olacaktır.
3) Bu önemli ilkesel kazançları karşılığında, İran, genel hatları itibariyle, mevcut nükleer altyapısını ve çalışmalarını OEP süresince genişletmemeyi gönüllü olarak (yani, zorunluluk olarak değil) kabul ediyor. Çalışmalarına nihai anlaşma ile bir sınır getirilebileceğine de ilkesel olarak razı oluyor.
Sonuç
Ortak Eylem Planı uyarınca, P5+1-İran müzakereleri 24 Kasım’da sonlanacaktır. Geçtiğimiz günlerde Oman’da yaptıkları görüşmelerden bir uzlaşı çıkmamıştır. 18 Kasım’da Viyana’da son bir gayret gösterilecektir. 24 Kasım tarihine kadar olumlu bir sonuca ulaşılamaz ise, ne yapılacağı belli değildir. Taraflar, şimdilik, yeni bir uzlaşma ile müzakerelere devam kararı alınmasının gündem dışında olduğunu söylüyorlar.
ABD, çözüm müzakerelerini nükleer dosyanın kendi dinamikleri içinde tutmaya özen gösterdiğini açıkladı. Bu açıklama ile, başından beri birçokları tarafından ifade edildiğinin aksine, nükleer sorunun ancak bir “büyük pazarlık” ile çözümlenebileceği yaklaşımında olmadığının altını çizmiş oldu. Bu tutumun gerçekçi olduğunu söylemek zordur. İran ile varılacak nükleer anlaşmanın bölgesel ve küresel yansımaları olacağı gibi, özellikle Suriye ve terör sorunlarında İran’ın bölgede oynadığı merkezi rolün nükleer müzakereleri etkilememesi beklenemez.
Yönetimi dönemine bir dış politika başarısı henüz sağlayamamış olan Başkan Obama’nın İran ile bir uzlaşmaya varılmasını arzu edeceğini tahmin etmek güç değildir. Ancak, Cumhuriyetçi kesim, böyle bir “başarı” uğruna ABD’nin ulusal çıkarlarından tavizler vermemesi konusunda Başkan Obama’ya sert uyarılar yapıyorlar. Son ara seçimlerinde Cumhuriyetçilerin Kongre’de çoğunluğu ele geçirmiş olmaları Başkan Obama’nın işini güçleştirmiş olmalıdır.
Varılacak nihai anlaşmanın güvenlik boyutunda, başta İsrail, Suudi Arabistan ve Mısır olmak üzere, bölgesel ülkelerin ikna edilmeleri gerekecektir. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun daha şimdiden, “reform geçirmemiş ve İsrail’i yok etmekle tehdit eden İran ile anlaşmaya varılmaması” konusunda P5+1 liderlerini mektupla ikaz ettiği basına yansımıştır.
Barışçıl teknolojiye erişim bahsinde ise, gelişmekte olan ülkeler, varılacak anlaşmayı NPT’nin kendilerine tanıdığı haklar bakımından mercek altına alacaklardır.
Nükleer dosya üzerinde muhtemel anlaşma, İran’ın, ABD başta, batı ile ilişkilerinin normalleştirilmesi yönünde önemli bir adım olacaktır. Ambargoların kaldırılması, İran pazarını batılı şirketlere açacaktır. Daha şimdiden, ABD şirketlerinin İran’a ilgilerinin arttığı ve İran’da düzenlenen fuarlara katılmaya başladıkları haberleri basına yansımıştır.
Ancak, İran’ın ABD ile anlaşmazlıkları nükleer dosyadan ibaret değildir. Kaldı ki, uzun geçmişe dayanan karşılıklı derin güvensizlik dikkate alınırsa, nükleer dosya üzerinde varılacak anlaşmanın uygulanması sırasında sıkıntılarla karşılaşılması da ihtimal dışı tutulmamalıdır.
© 2009-2024 Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) Tüm Hakları Saklıdır
Henüz Yorum Yapılmamış.
-
KAFKASLAR'DA KARA DELİK BÜYÜYOR
Oya EREN ÖZER 06.09.2012 -
BOOK REVIEW: THE OTTOMANS: KHANS, CAESARS, AND CALIPHS - MIDDLE EAST POLICY - 01.03.2023
Jeremy SALT 12.04.2023 -
GEBELE’DE SONA DOĞRU
Halit GÜLŞEN 16.08.2011 -
ONE HUNDRED YEARS OF RELATIONS BETWEEN TURKEY AND ARMENIA - THE DIPLOMATIC OBSERVER - APRIL 2020
Alev KILIÇ 03.04.2020 -
ENHANCING TÜRKİYE'S CRISIS MANAGEMENT: A STRATEGIC INTEGRATION OF MILITARY AND CIVILIAN CAPABILITIES
Ali Oğuz Diriöz - Teoman Ertuğrul Tulun 16.09.2024